Yeşil Ekonomi Çin Topraklarında Stoklu

İtriyum ve Lantan gibi nadir ama hibrit otomobillerden iPod'lara ve nokta güdümlü silahlara pek çok teknoloji ürünü için hayati önem taşıyan metallerin neredeyse tüm kontrolünün Çin'in elinde olduğunu biliyor muydunuz? Ülke, dünya üretiminin yüzde 95'ini gerçekleştirdiği gibi bilinen rezervlerin yüzde 60'ını da elinde tutuyor. Üstelik bu metaller yükselen yeşil ekonomi için kilit öneme sahip. Toyota'nın ünlü yeşil otomobili Prius gibi rüzgar santrallerinin pervaneleri de bu metallere ihtiyaç duymakta. Bu metallerin ticareti yılda 2 milyar dolar ama onlara dayanan ürünlerin pazarı 100 milyar doları buluyor.

Ama bu metaller temel hammadde haline geldikçe Çin, daha fazla kaynak milliyetçisi haline geliyor. Bu metallere dayanan sanayiyi ülkeye çekmeyi amaçlayan Çin hükümeti, 2009 yılının sonuna doğru yeni ihracat yasakları getirdi ve nadir metallerin ihracatını yıllık 35 bin ton ile sınırladı. Oysa dünya talebinin 2010 yılında 124 bin ton olacağı (Sadece Japonya'nın talebi yıllık 40 bin ton) ve bu rakamın 2015'te iki katına çıkacağı tahmin ediliyor. Avustralya, ABD, Kanada ve Güney Afrika gibi ülkeler ise kendi ellerinde bulunan rezervlere sarılıp üretimlerini 2050'ye kadar 50 bin tona çıkarmak için şimdiden kolları sıvadılar. Ama hiçbiri optimum kapasiteye ulaşamayacağı için gelecekte bu metallere dayalı sanayilerde kriz de kaçınılmaz olacak gibi görünüyor!


Çin'in ticaret ortakları şimdi Dünya Ticaret Örgütü (WTO) aracılığıyla Pekin'in ihracatta daha cömert olmasına çaba sarf ediyor. Ama kendi sanayisinin taleplerini bile karşılayamadığını ileri süren Çin buna yanaşmıyor. Öyle görünüyor ki nadir metaller sıkıntısı Çin dışındaki ülkelerin üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanıp duracak!

Sonunu Düşünen De Kahraman Olabilir!

Kriz zamanları şirketler, maliyetleri kısma adına çeşitli işten çıkarmalar yapmakta ve son zamanlarda bu çıkarmalarda en çok tercih edilen kesim ise yaşı ilerlemiş çalışanlar olmaktadır. Bunun nedeni işverenlerin artık derin bilgi, yaratıcılık ve kişilik özelliklerinden çok fiziksel eforu ön planda tutması. Uzmanlaşmadan ziyade birkaç kişinin yapabileceği işi bir kişinin yapmasını tercih eden işverenler, bu ağır görevi ileri yaştaki çalışanların yerine getiremeyeceğini düşünüyor. Bu kısır beklenti nedeniyle 40 yaş üstünün hiçbir şekilde istihdam edilmemesi tercih ediliyor.

Bugün 30’lu yaşlarda bir çalışan ya da mesleğe yeni atılan benim gibi bir gençseniz, iş hayatının oldukça çetin ama hayatın da bir o kadar zor olduğunu ya anlamışsınız ya da yeni yeni anlıyorsunuzdur. Ama şimdiden yapacağınız sabırlı bir yatırım sayesinde 45 yaşından sonra karşılaşacağınız olası bir işsizlik problemi o kadar da yıpratıcı olmayabilir. Türkiye’de yedinci yılını doldurmak üzere olan bireysel emeklilik sisteminde (BES) 2010’un ilk altı ayında katılımcı sayısının 2,151,790'a fon büyüklüğünün ise 10,347,956,085’e ulaşmasının bir nedeni de böyle düşünenlerin sayısının çoğalması.

BES, 2003’te hayata geçti. 2004 yılında 314 bin katılımcı ve 296 bin TL fon tutarı olan sistemde, Emeklilik Gözetim Merkezi’nin son verilerine göre, Temmuz 2010 itibariyle katılımcı sayısı 2,177,243’ye dayandı, fon büyüklüğü ise 10 milyon TL’yi geçti. Ancak en dikkat çekici artış emeklilik yatırım fonlarının getirisinde gözlendi. 2008’de yüzde 9.5 olan emeklilik fonlarının getirisi 2009’da ise yüzde 10’ları buldu. 2010’un ilk altı ayında ise getiri oranı yüzde 16 oldu. Emeklilik fonlarındaki bu artış Kurumsal Yatırımcı Yönetici Derneği’nin verilerine göre yılın ilk yarısında yüzde 1.26 artan B tipi yatırım fonlarını da katlıyor. 2003’ten 2009’e yedi yıllık dönemdeki getiri artışı yüzde 168.8, reel olarak da 66.3 gibi yüksek bir orana ulaşmış durumda. Yani sözün özü, bu sistemde “gelecek” var!

Ağustos 2010 itibariyle 14 şirketin faaliyet gösterdiği sistemin işleyişi karışık gibi görünse de oldukça basit. Sisteme katılmak için bir emeklilik şirketiyle emeklilik sözleşmesi imzalamak yeterli. Şirket tarafından kişiye özel bir emeklilik planı ve fon dağılımı teklifi sunuluyor. Emeklilik şirketine aylık olarak ödenen katkı payları, varsa kesintiler yapıldıktan sonra emeklilik yatırım fonlarında değerlendiriliyor. Katılımcı, birikiminin hangi fon veya fonlarda değerlendireceğine risk ve beklenti tercihine göre kendisi karar veriyor. Tek bir fon alınabildiği gibi iki, üç fonun karmasıyla da bir ürün oluşturabiliyor. Fonlar uzman portföy yöneticileri tarafından portföy yönetim şirketlerince yönetiliyor. Bu arada, katılımcı şirkette en az bir yıl kalmak şartıyla, bireysel emeklilik hesabında birikimlerini başka bir emeklilik şirketine aktarabilir; aynı veya farklı şirketlerde açılmış olan bireysel emeklilik hesaplarını birleştirebilir. Ayrıca yılda altı kez fon dağılımı oranını ve yılda en fazla dört kez emeklilik planını değiştirebilir. Eğer ekonominin gidişatına göre riskli ve daha az riskli fonlara geçişler yaparsanız getirilerinizi ortalamanın çok üzerine çıkarma imkanınız da olabilir!


Sistemde üç çeşit sözleşme yapılabiliyor. Bireysel, gruba bağlı ve işveren grup emeklilik sertifikaları. Ama en önemli konu şu ki; emekli olmak için katılımcının, sisteme ilk giriş tarihinden itibaren 10 yıl süreyle sistemde kalarak katkı payı ödemesi ve 56 yaşını tamamlaması gerekiyor. Burası önemli, çünkü sistem küçük tasarrufların uzun vadeli bir stratejiyle değerlendirilmesine dönük olarak tasarlandığı için 10 yıldan önce ayrılmak mantıklı değil. Eğer 10 yılı doldurmadan sistemden ayrılırsa katılımcının o güne kadar olan birikimi üzerinden yüzde 15, 10 yılı doldurduğu halde 56 yaşından küçükse yüzde 10 stopaj vergisi kesiliyor. Katılımcı 10 yılı doldurdu ve 56 yaşından da büyükse yüzde 3,75 stopaj vergisi ödüyor. Bu vergilerin nedeni sistemden çıkışların zorlaştırılmak istenmesi. Sistemin en cazip noktası ise hem bireysel katılımcılar hem de çalışanı için katkı payı ödeyen işverenlere bazı vergi indirimleri getirmesi. 200 TL’lik fon aldığında yüzde 25’lik vergi dilimindeyseniz 50 TL’si size iade ediliyor. Yani cebinizden 150 TL çıkmış oluyor. Yüzde 30’luk vergi dilimindeyseniz ise 70 lira size iade ediliyor ve cebinizden çıkan para 130 TL oluyor.

Muhtemel Kazanç

Bugün 25 yaşında olup, bireysel emeklilik sistemine katılacak bir kişinin 56 yaşında emekli olduğunda elde edeceği tahmin gelir şöyle olacaktır.

Ayda 100 TL katkı payı öderse;

a)Yüksek getirili senaryo
Toplam ödediği tutar: 37,200 TL
Muhtemel birikimi: 200,774 TL (Katılımcı %25 vergi dilimi ile vergi avantajından yararlanırsa; yıllık %5 katkı payı artışı, %4 yönetim gideri kesintisi ve yıllık %6 reel getiri ile 56 yaşında emekli olduğundaki muhtemel birikim)
Yıllık getiri: 12,428 TL (Ortalama yaşam süresi 72 olarak alınarak hesaplanmıştır)

b)Düşük getirili senaryo
Toplam ödediği tutar: 37,200 TL
Muhtemel birikimi: 128,176 TL (Katılımcı %25 vergi dilimi ile vergi avantajından yararlanırsa; yıllık %5 katkı payı artışı, %4 yönetim gideri kesintisi ve yıllık %3 reel getiri ile 56 yaşında emekli olduğundaki muhtemel birikim)
Yıllık getiri: 7,934 TL (Ortalama yaşam süresi 72 olarak alınarak hesaplanmıştır)


Siz de alternatif yaş ve katkı payınıza senaryolarına göre kişisel birikim ve analizinizi http://emeklilik.egm.org.tr/?sid=53 adresinden tahmini olarak kendiniz yapabilirsiniz. Hatırlatmak gerekirse, burada yapılan hesaplamalar sonucu ulaşılan tutar tahmini bir tutar olup, emekliliğe hak kazandığınız dönemde bu tutarın gerçekleşeceği konusunda garanti verilmemektedir. Ayrıca, sistemin uzun vadede kazanç vadeden, erken ayrılma durumunda büyük getiriler sağlamayan bir sistem olduğunu da unutmayın!

Türkiye’de artık enflasyon tek haneli rakamlara geldi. Dolayısıyla yatırım araçlarının getirisi de ancak buralarda olacak. Emeklilik fonlarının getirisinin ortalamanın üzerinde olması nedeniyle küçük tasarrufların yeni adresi bireysel emeklilik fonları olacak gibi görünüyor. Diyeceğim o ki; bireysel emeklilik sistemi uzun vadede bir kazanç. Siz de sonunuzu düşünün ve kahraman olun!



Kaynaklar
Emeklilik Gözetim Merkezi BES 2009 Raporu
Emeklilik Gözetim Merkezi BES 2008 Raporu

Finans Emeklilik ve Hayat BES 2009 Raporu
TKYD Kurumsal Yatırımcı Dergisi Sayı: 2010/10

Otoda Gerçeğe Çağrı

Geçen hafta okuduğum bir haberde şöyle yazıyordu: “General Motors (Chevrolet, Buick, Cadillac, Hummer ve GMC markalarının ticari sahibi), ısıtmalı ön cam sileceklerindeki sıvı sistemine meydana gelen bir problem yüzünden dünya çapında 1,5 milyon aracı geri çağırıyor.” GM'den yapılan açıklamada, söz konusu sorunun yangın tehlikesi taşıdığı belirtilerek, 2006-2009 yılları arasında üretilmiş modellerin geri çağırıldığını açıklandı. Yakın zamanda benzer bir durumu otomotiv sektörünün diğer bir devi Toyota’da yaşamıştık. Toyota da 2010 yılının Ocak ayında hatalı gaz pedalı sorunu nedeniyle 4.1 milyon aracını geri çağırmıştı. Otomotiv dünyasının bu iki devinin yaşadığı kalite sorunları ve geri çağırmalar nedeniyle, geri çağırmaların tarihi ve sonuçları hakkında araştırmalar yapmak istedim. Gelin sonuçlara birlikte bakalım.

Çeşitli arıza ve eksiklerden dolayı otomobilleri geri çağırmak, 70'li yıllardan beri yapılan rutin bir uygulama. Araçlarındaki hataları iç testler veya müşteri şikayetlerinden tespit eden üreticiler, tüketicilere belirli tarihler arasında servislere gidildiği takdirde sorunun ücretsiz giderileceği garantisini veriyorlar. Sorunlu parçaların yeniden üretilip dünya çapındaki binlerce yetkili servise dağıtılması, kuşkusuz pahalıya patlıyor. Ama bu tür uygulamalar şirketlere artı bir değer olarak dönebilir. Uzmanlar, geri çağırma işleminin kötü görünse de otomobil üreticisi ile tüketici arasında sağlıklı bir kurumsal iletişim yarattığını ve binlerce otomobili çağıran şirketlerin uzun vadede güven sağladığını belirtiyor.



Şekil 1 : Otomotiv Üreticilerinin 1978 'den Beri Yaptığı Geri Çağırma Sayıları
Kaynak: ABD Karayolu Güvenliği İdaresi (NHTSA) Kayıtları


Ancak sürecin iyi yönetilmesi gerekiyor. Bugüne kadar 567 kez geri çağırma gerçekleştiren Toyota'nın bu uygulamadan kaçtığını düşünmek anlamsız (Toyota bir üretim hatası yapıldığını geç de olsa kabul etti). Ama sadece sorumluluğu kabul etmek değil yerinde ve zamanında hareket geçmek de önemli. Toyota Başkanı Akio Toyoda'yı özür dilemeye götüren "hatalı gaz pedalı" sorununda geç kalındığı hala eleştirilmekte. Geri çağrılan araçların bazıları 2007 model ve bu tarihten sonra takılan gaz pedalları çok sayıda kazaya yol açmış olabilir. Japon otomobil üreticisi 2 milyar dolar harcayıp sorunu hızla gidermeye çalışıyor. Ancak şirketin satışlarının düşmesi ve borsada hisselerinin yaşadığı kayıp çok daha fazla olabilir. Ama en ağır darbeyi alan "Toyota Kalite Sistemi" olacak gibi görünüyor!


Şekil 2 : Görsel Medyada Yer Alan Toyota Karikatürlerinden Biri

Dünya Kupası Gol Fakiri Olabilir!

Yaşım itibariyle yakalayabildiğim ilk Dünya Kupası 1994 Amerika olmuştur. 1990’da da vardım elbet ama pek bir şey anlamamışım galiba çünkü geriye kalan pek hatıra yok gibi. O kupadan hatırladığım en önemli şey ise İtalya-Brezilya final maçında Roberto Baggio’nun kaçırdığı penaltı sonucu kupanın Brezilya’ya gittiği o trajik andı. Gerçekten çok üzülmüştüm belki de futbolu bu yüzden seviyordum. İçinde hem heyecan, hem estetik hem de bir parça hüzün de olabiliyordu.




Gerçek bir futbolsever olarak tüm turnuvaları takip etmeye çalışırım ama Dünya Kupası’nın her zaman başka bir tadı olmuştur ve olacaktır. Gel gelelim ki bu yıl da Güney Afrika’da bu şölen. Üstelik başlamasına ise saatler kaldı. Herkes gibi ben de heyecanlıyım ama içimiz de biraz buruk çünkü Türkiye bu kupada bu sene de olamayacak. Fakat fazla üzülmeyin. Lakin eleme gruplarındaki maçlara bakarsak bu yıl Güney Afrika’da oynanacak maçlarda fazla gol sesi duyulmayacak!

8537 km Seul ile Atina arasındaki kuş uçuşu mesafe. Güney Kore ile Yunanistan arasında kalan coğrafyadaki hiçbir ülkenin FIFA 2010'da takımı olmayacak (dünya nüfusunun yarısı).

200 Elemelere katılan ülke sayısı. Bu bir FIFA rekoru. 12 bin nüfuslu Tuvalu bile elemelerde vardı. Fiji’ye 16-0 yenilip “tarihe” de geçtiler.

1966 Kuzey Kore’nin Dünya Kupası’na katıldığı son tarih. İngiltere’de 43 yıl önce İtalya’yı yenmiş, futbol efsanesi Eusebio’nun Portekiz’i karşısında 3-0 öne geçmişken 5-3 kaybedip elenmişlerdi.

100 Saat 1969’da Honduras ile El Salvador Dünya Kupası grup eleme maçından sonra başlayan olayların büyümesi üzerine çıkan savaşın süresi. Ve Honduras 2010 finallerinde!

2344 Elemelerde atılan gol sayısı (maç başına 2.75 gol). Bu sayı FIFA eleme istatistiklerinin en kötüsü. Dolayısıyla FIFA 2010 gol açısından kısır geçebilir. Finalistlerin en golcüsü İngiltere (3.4 gol), en az gol atanı ise Kuzey Kore (1.24 gol).

Big Mac Endeksi

Big Mac, Big Mac, Big Mac… Karamelize, yumuşak susamlı ekmeğinin içerisinde iki adet %100 dana eti, tadı damağınızda kalan Big Mac sosu, taze gevrek salatası, iki adet salatalık turşusu ve leziz peyniri ile doğru süslenmiş iştah açıcı, bir o kadar da doyurucu bir seçim değil mi? Açıkçası sadece doyurmakla kalmıyor, aynı zamanda çok önemli bir ekonomik göstergenin de yapıtaşını oluşturuyor. Nasıl mı? Gelin her şeye başlamadan önce Big Mac’in hikayesine bakalım.

Mc Donald’s 1950’li yılların başlarında kurulmasına rağmen başlarda normal bir fast-food zinciriydi. Satışlar önceleri iyi olmasına rağmen yıllar geçtikçe mönü çeşidindeki yoksulluk müşterilerin ayaklarını restorandan kesmesine neden olacaktı. İşte o sırada imdada, Mc Donald’s’ın şube sahiplerinden biri olan Jim Deligatti adında bir girişimci yetişir ve satışları ayağa kaldırmak için Mc Donald’s yöneticilerinden yeni bir ürün piyasaya sürmek için izin ister. Deligatti’nin kafasındaki, özel sosu ve içinde her türlü garnitürü bulunan iki katlı bir hamburgerdir. Ürün 1967 yılında satışa sunulur ve sonuç şaşırtıcıdır. Big Mac birkaç ay içerisinde toplam satışı %12 arttırmıştır. Big Mac satan her Mc Donald’s şubesinin satışında ortalama %10’luk bir artış olduğu anlaşılır ve yeni ürünün ülke çapında dağıtımına geçilir.

Bugün ise Big Mac’i dünya üzerinde 110 ülkede afiyetle yiyebilirsiniz. 110 ülke! Gerçekten bir ürün için müthiş bir dağıtım ağı yaratılmış. İşte bu nedenle, dünya üzerindeki hemen hemen her ülkede bulunabilirliği ekonomistler arasında ilginç bir fikrin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yıl 1986, Amerika merkezli “The Economist” dergisi, para birimlerinin satın alma gücünü göstermek amacıyla “Big Mac Endeksi” diye adlandırılan bir endeks yayımladı. Amaç döviz kuru teorisini daha anlaşılır hale getirmekti ve bunu da başardılar.

Peki, bu Big Mac Endeksi ne anlama geliyor? Anlamı şu; öncelikle herhangi iki ülkenin Big Mac fiyatları birbirine bölünür (kendi para birimleri üzerinden). Çıkan değer, gerçek döviz kuru ile karşılaştırılır. Eğer çıkan değer, gerçek değerden küçük ise ilk ülkenin para birimi eksik değerlenmiştir. Eğer çıkan değer, gerçek değerden büyük ise o zaman ilk ülkenin para birimi aşırı değerlenmiştir. Anlattıklarım biraz teorik kalmış olabilir. Gelin örnek üzerinden bakalım.

Haziran 2008 rakamlarına göre;

• Amerika’da bir Big Mac’in fiyatı $3.57
• İngiltere’de bir Big Mac’in fiyatı £2.29
• $3.57 / £2.29 = 1.56 -----> Yani Big Mac Satın Alma Gücü Paritesi
• Gerçek döviz kuru paritesi ise $2.00 = £1 -----> (($2/£1)=2)
• [(1.56-2.00)/2.00]*100= -22%
• Yani İngiliz Pound’u ABD Dolar’ı karşısında %22 oranında aşırı değerlenmiş. O günkü değerler üzerinden konuşursak Pound, Dolar karşısında aşırı değerlenmiş ve olması gerekenden daha fazla. Bunun altındaki derin anlam ise Pound bir balon misali şişmiş ve sönmesi de muhtemeldir. Bunu göz önünde bulundurarak Pound üzerindeki konumlandırmamızı yapabilirsiniz.



Şimdi bir şeyler daha anlaşılır geliyor değil mi? Oldukça basit ve tüm dünya üzerinde uygulanan bir endeks. Hatta öyle ki, bundan esinlenerek yeni yeni endeksler yaratılmıştır. Bunlardan biri yine “The Economist” tarafından 2004 yılında yayımlanmış. Bu sefer ki değişken ise Starbucks Coffee’lerde satılan Tall boy Latte kahve olmuştur. 2007 yılında ise Avustralyalı Commonwealth Securities adlı banka İpod endeksi yayımlamıştır. Almanya’da yapılan başka bir endekste ise bu seferki değişkenimiz tanıdık bir ürün. Döner Kebap!


Big Mac deyip geçmemek lazım. Bir hamburgerin ekonomik bir göstergeye dönüşmesi ve gelecek hakkındaki varsayımlarımızı şekillendirebilmesi gerçekten ilginç! Böyle bir parametremizin olması ise işimizi oldukça kolaylaştırıyor. Böylece tüm döviz kurları ile ilgili sağlıklı bir analiz yapma şansımız oluyor. Hem de oldukça basit bir şekilde! Sözlerime son verirken, itiraf etmeliyim ki canım fena halde Big Mac çekti. Bu yüzden yarın yapılacaklar listesine Big Mac yemeyi de koydum. Bakalım bu seferki yiyişimde bende bırakacağı duygular neler olacak? Ama içimden şunu diyeceğim: Sen neymişsin be Big Mac!

Balon Nasıl Patladı?

Avrupa'da sular durulmuyor! Yunanistan durumu hala sıcaklığını korurken bir de İspanya ve Portekiz tehlikesi sebebiyle Euro bölgesinden pek iç açıcı haberler gelmiyor. Avrupa bankacılık sektörünün borç krizine daha ne kadar direnebileceğine ilişkin endişelerin artması sebebiyle bu hafta dünya piyasalarında yeni ve güçlü bir satış dalgası yaşandı. Yeni bir bankacılık krizi endişesi, yatırımcıları diken üstünde tutarken, bankalar birbirine borç verme faizini yükseltti ve Euro/Dolar paritesinde ise düşüş yaşandı. Kısacası Avrupa'da yolunda gitmeyen bir şeyler var!

Tüm bu okuduklarınızın temeli 2 yıl önceye dayanıyor. 2008'de ABD'de ortaya çıkan Mortgage krizi önce ABD finans sektörünü derinden etkiledi; daha sonra da bilindiği üzere global bir krize yol açtı.ABD'de önce finans sekötüründe başlayan kriz Avrupa'da yüzünü kamu borcu krizi olarak gösterdi. Bugünlerde ise Avrupa'da yeni bir bankacılık krizi dedikoduları ortalıkta dolanmaya başladı. Peki Mortgage balonu diye tabir edilen bu kriz nasıl oldu? Sorun neydi? Nerede yanlış yapıldı? Aşağıda izleyeceğiniz video, mortagage balonunun nasıl patladığına yönelik güzel bir çalışma olmuş. İyi seyirler...


The Crisis of Credit Visualized from Jonathan Jarvis on Vimeo.

Yeni Ekonomik Düzen

2008’in bahar aylarında ING 102 ödevim için bir konu seçmeli ve o konu hakkında bir akademik makale yazmalıydım. Ben de o zamanlar pek sorun edilmeyen ” 2008 US Mortgage Krizi”ni yapmaya karar vermiştim. O zamanlardan belliydi bu işin bir şeyleri derinden etkileyeceği. Ve sonbahar aylarında Lehmann Brothers’ın öncülüğünde pek çok yatırım bankasının, şişirilen mortgage balonu yüzünden zor durumda olduğu haberleri üzerine hepimizin bildiği üzere tarihimizin en büyük global krizlerinden birine şahit olduk. Açıkçası zor bir yıl bizi bekliyordu.

2009’un zor geçeceği çok belliydi. Herkes endişeli, bazıları kriz yakında geçecek derken bazıları da kriz için oldukça karamsar konuşuyor; küresel toparlanmanın ancak 2011 yıllarının sonlarına doğru olacağını iddia ediyordu. Borsalar sert düşüşler yaşarken, şirketler de talep azalmasından dolayı maliyetleri düşürme adına işçi çıkarmak zorunda kalıyor, bu sebeple kriz hem ekonomik hem de toplumsal bir sorun haline dönüşüyordu.

Ekonomistler ise nerede hata yapıldığı sorusuna cevap bulmaya çalışırken, acaba ekonomik düzende mi bir hata var yoksa serbest piyasa çok mu serbest oldu sorularını sormaya başladılar. Pek çok teorinin yanlış olduğu ortaya çıktı ve onların yerini alacak yepyeni teoriler ise hala sahiplerini bekliyor. Fakat herkes şunda hem fikirdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!

2009’da pek çok şirket zarar açıklarken, bazı devletler ise agresif küçülmeler yaşadı (Türkiye gibi). Görünen şuydu ki krizden çıkış için farklı bir şeylere ihtiyaç vardı. Bu ise yepyeni bir düzenin işareti gibiydi. Herkes yeni ekonomik düzenden söz etmeye başlamıştı bile. Peki çare nerede bulundu? Cevap, gelişmekte olan ülkelerde saklı.

Eski ekonomik düzende şirketler ve devletlerin başlıca pazarları kendi iç pazarları ve belirli bir refah seviyesine ulaşmış gelişmiş pazarlardı. Fakat 2009 krizi şunu gösterdi ki gelişmiş ülkeler de o kadar gelişmiş değilmiş. Yunanistan'ın yaşadığı sorunlar bir uyarı mesajı aslında: Gelişmiş ülkeler artık borçlanarak refah seviyelerini yükseltemez. Dolayısıyla, yeni bir denge oluşuyor. İhracata dayalı büyüme stratejisi izleyen özellikle Asya'daki gelişmekte olan ülkeler bundan sonra iç talebi arttırmaya yönelebilir. Borç batağındaki Amerika ve Avrupa ekonomileri bu ülkelere olan ihracatlarına bel bağlayabilir. Bu yeni bir düzen demek? Peki böyle bir şey mümkün mü?

Her şey mümkün olabilir! Dünya yeniden şekilleniyor. Gelişmekte olan ülkeler küresel büyümenin motoru haline geliyor. Dolayısıyla bu pazarlarda büyük potansiyel saklı ve dolayısıyla bu bölgelere yapılacak ihracatlar şirketler için büyük bir fırsat! İş Yatırım’dan Serhat Gürleyen’e göre 2009’da gelişmiş ülkeler %0.7 küçülürken, gelişmekte olan ülkeler %4.3 büyüdü ve BRIC ülkelerinde (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ise bu büyüme oranı %5 oldu. Ayrıca gelişmekte olan ülkeler 2000-2006 döneminde küresel büyümeye %45 düzeyinde katkıda bulunurken, bu oran 2007-2009 arasında %80’i geçti. Aynı dönemde gelişmiş ülkelerin katkısı ise %55 düzeyinden %20’ye geriledi.



Bu pazarlardaki iç talep ise gün geçtikçe artıyor. Bir zamanlar dünyanın en çok tüketen toplumu Amerikalılardı. Hala öyle ama aradaki makas gittikçe kısalıyor. Artan refaha paralel olarak bu ülkelerdeki iç talep de yükselişte. JP Morgan Chase’den David Hensley ve Joseph Lupton’a göre gelişmekte olan ülkelerde iç talep 2002’de dünyadaki toplam talebin %23’ü iken 2008’de bu oran %32 olarak gerçekleşti. Amerika için ise bu oranlar 2002’de %36 iken 2008’de %28’e geriledi. Görüldüğü gibi tahtın yeni sahibi gelişmekte olan ülkeler!

Özetlemek gerekirse kriz pek çok şeyi değiştirdi ve değiştiriyor. Ekonomik düzen de buna ayak uydurmak zorunda. Şirketler ve devletler için yeni fırsatlar gelişmekte olan pazarlarda. Çünkü doygunluğa ulaşan bir pazarı daha ne kadar doyurabiliriz ki? Yeni ekonomik düzen ise şu cümlede saklı: Zengin ülkeler yoksullara mal satmak zorunda!

Cimbom Hisselerinin Peşinde!

Tarih 23 Şubat 2010, Galatasaray Sportif A.Ş. Başkanı Adnan Polat CNBC-E’de konuşma yapıyor. 5 bankanın birleşimi ile oluşturulan 70 milyon $’lık bir kredi paketinden söz ediyor ve bu kredinin Galatasaray’ın geleceği için atılmış büyük bir adım olduğunu belirtiyordu. Eminim ki bu habere gazetelerde veya internet sitelerinde rastlamış olanlarınız ya da TV başında izleyenleriniz bunun yeni transfer kaynakları ve yatırımlar için alınmış bir kredi paketi olduğunu düşünmüş olabilirsiniz. Ama gerçek hiç de öyle olmayabilir!

Galatasaray 2002 yılında halka açılarak, bu anlamda Türkiye’deki halka açık ilk spor kulüplerinden biri olmuştur. Ama ilk olmak her zaman önemli değildir; çünkü halka açılırken çok büyük hatalar yapılmış; bunun faturası ise ancak seneler geçtikçe anlaşılmış ve açıkçası şirketin halka arz yapısı yanlış bir şekilde oluşturulmuştu. Şöyle ki; Galatasaray Sportif A.Ş adı altında halka açılan şirketin %63’lük hisselerini Galatasaray Futbol A.Ş. adlı şirket tutuyor; %21.5’u ABD'li sigorta şirketi AIG’ye veriliyor ve %15’lik kısmı ise piyasada işlem görüyordu. Şimdilik her şey normal görünüyor değil mi?

Asıl olay şu ki; naklen yayın gelirlerinden, reklam anlaşmalarına kadar kulübün sağladığı gelirlerin neredeyse tamamı Sportif A.Ş üzerinden görünüyordu. Bunlara karşın şirketin tek gideri birkaç çalışanın maaşı ve faturalardan ibaretti. Kulübün tüm giderleri ise Futbol A.Ş üzerine aktarıldı. Hal böyle olunca karlı Sportif A.Ş hisse piyasada kapışıldı. 2002 yılında 22.22 TL fiyatla halka açılan Sportif A.Ş hisseleri iki yıl sonra yüzde 100 artarak 42.94 TL’ye, Mart 2010 itibariyle ise 180 TL'ye yükseldi. Oldukça etkileyici bir performans! İyi güzel de sorun ne dediğinizi duyuyor gibiyim? Ama Galatasaray da her halka açık şirket gibi gelirlerinin tamamını kulübe aktarmak için temettü (kar payı) dağıtmak zorundaydı. Yani Galatasaray gelirlerinin üçte birini (gelir ortaklığına göre) temettü olarak dağıtmakla yükümlüydü. Bu durum yatırımcıları sevindirse de; kulübün kasasını ise zorluyor ve her yıl yaklaşık 20 milyon $ açık vermesine neden oluyordu.

Bu yapıyı düzeltmek, sorunun çözümü demek! Bu nedenle Galatasaray elindeki Sportif A.Ş hisselerini arttırmak zorundaydı. Böylece her yıl daha az temettü dağıtacak ve kulüp her yıl açık vermekten kurtulacaktı. İşte bu nedenle bankalarla anlaşılarak 70 milyon $’lık kredi paketini hayata geçiren Cimbom 22.22 TL fiyatla sattığı hisselerini 155.8 TL bedelle geri toplamaya çalışıyor. Bunun için Sermaye Piyasası Kurulu’na (SPK) başvuran Cimbom Nisan 2010 itibariyle şirketteki payını %63’ten %75’e çıkarmayı başardı. Bunun anlamı ise artık gelirlerin yüzde 25’i dağıtılacak ve bu sayede kasadan daha az para çıkacak. Ama bunun maliyeti ise kulübe 45.4 milyon TL oldu. Açıkçası biraz tuzlu olmuş gibi.


Galatasaray Sportif A.Ş. Yeni Ortaklık Yapısı

Galatasaray Futbol A.Ş. % 75
QVT % 17,7
Diğer % 7,3


Kaynak:İMKB


Galatasaray’ın bu yolda yapması gereken en önemli olaylardan biri de iki zıt kardeş olan Futbol A.Ş ile Sportif A.Ş arasındaki bozuk ilişkiyi düzeltmek. Başkan Adnan Polat’ın da amacı da bu. Başkan, sözlerinin son kısımlarında ise kulübün kasasının her yıl 20 milyon $ açık vermesini engelleyecek söz konusu birleşmenin gerekliliğini anlatıyor ve ekliyordu: “Birleşme birçok şampiyonluğa bedel!”

Kayıt Dışı Kaybettirir!

Ülkemiz ekonomisinin başlıca sorunlarından biri ne diye sorarsanız; size vereceğim ilk cevap kayıt dışı sorunu olacaktır. Bunun ise en önemli etkisi istihdam piyasasına olmaktadır. Peki neden mi? Önce nedenlerine bir göz atalım; sonra ise neler yapılabilir onu düşünelim.

TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) 2009 verilerine göre; Türkiye’de çalışan 21,5 milyon çalışandan yaklaşık 9 milyon kadarı kayıt dışı. Bu rakam piyasanın %42’sine denk gelmekte ve tüm piyasanın neredeyse yarısı olmaktadır! Bu durum bazı sektörlerde ise daha vahim boyutlara ulaşmaktadır. Tarım sektörüne bakarsak; çalışanların %83’ü herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı değil. Bir de ücretsiz aile işçileri diye bir kavram var ki; sorunun ana aktörlerinden. Türkiye’de hali hazırda 3 milyona yakın ücretsiz aile isçisi bulunmakta; bunlar tarım ve ticaretle uğraşan ailelerine yardım etmekte ve %92’sinin herhangi bir sosyal kaydı bulunmamaktadır.

Kayıt dışı sorunun nedenlerine inersek, iki ana etken ön plana çıkıyor. Buna göre küçük ve verimliliği düşük firmalar niteliksiz işgücü istihdam etmekte ve eğitim, teknoloji gibi uzun dönemli yatırımlara yönelememektedir. Bu nedenle var olabilmek için geriye tek şey kalıyor. Maliyetleri (işgücü) düşürmek. Bunu ise kayıt dışı yoluyla yapıyorlar. Diğer bir etken ise çarpık ve adaletsiz vergi sistemimiz. Sisteme göre vergi gelirleri iki yolla elde edilmektedir. Dolaysız ve dolaylı vergiler. Vergi gelirlerinin %30’u dolaysız vergilerden (gelir vergisi), %70’i ise dolaylı vergilerden (KDV,ÖTV) elde edilmektedir. Dolaylı vergilerin payı yüksek olduğunda toplam vergilerin büyük bir kısmını düşük gelirliler ve çalışanlar ödüyor. Bu adaletsiz bir yapıyı ortaya çıkarıyor. Ve en önemlisi dolaylı vergiler direkt olarak üretimi ve tüketimi etkiliyor. Bu vergiler arttıkça üreticiler için maliyet, tüketiciler için fiyat artışı meydana geliyor; bu durum ise üretim ve tüketim eğilimini azaltıyor.

Peki neler yapılabilir? İşe vergi sistemimizde reformlar yapmakla başlayabiliriz. Eminim hepiniz bu lafı bir yerlerden duyuyorsunuz ama değişen bir şey yok gibi. Ama biz söylemeye devam edelim belki sesimiz duyan birileri çıkar. Yapılacak vergi reformu ile dolaysız vergilerin payı arttırılmalı, dolaylı vergilerin payı ise azaltılmalıdır. Sadece vergi reformu bu sorunu çözmeye yetmeyecektir. Bununla birlikte çalışanlara verilecek mesleki eğitim, sanayi teşvikleri ve teknoloji yatırımları üretkenliğin artmasını sağlayacak. Bu durum ise firmalara rekabetçi bir güç kazandırarak ve ellerini güçlendirecektir. Bu gibi yollarla kayıt dışı sorununu azaltabilir ve hatta ortadan kaldırabiliriz.

Unutmamalıyız ki çalıştırdığı işçisini sosyal kurumlara bildirmeyen, vergi ödemek için yaptığı satışı gizleyen bir toplumda kayıt dışılık aynı zamanda ahlaki bir sorundur!

Notlar ne anlama geliyor?

Son küresel krizin en büyük sorumlulularından biri de kuşkusuz ki kredi derecelendirme kuruluşlarıydı (Standart and Poor's,Moody's, Fitch,JCR vb.). Yüksek riskli varlıklara hak etmedikleri halde AAA notuyla "yatırım yapılabilir " statüsü vererek yeni dünyanın ilk büyük krizinin sorumluları arasında yerlerini aldılar. Bu kuruluşlar itibarlarını yitirmelerine rağmen alternatifleri olmadığı için hala oldukça revaçta ve verdikleri notlarla hala ülkelerin ve şirketlerin kaderleriyle oynamaktadır. Ama hiçbir şey eskisi gibi de değil; artık verdikleri kararlar iyi bile olsa sorgulanmaktadır. Tıpkı Türkiye örneği gibi... Fitch ve Moody's gibi derecelendirme kuruluşları Türkiye'nin notunu BB-'den BB'ye yükseltmesi sevinçten çok eleştiriyle karşılandı. Çünkü Türkiye'nin notu yükselmiş olsa bile olması gereken seviyenin altında.

Açıkçası krizin baş suçluları olsalar da verdikleri notlar ile hala piyasaları yerinden oynatıyorlar. Notların belirlenmesinde ise kamu borcunun milli gelire oranı esas alınıyor. Peki bu notlar ne anlama geliyor?

AAA,AA,AA+
AA-,A+
Yatırım için en güvenilir ülke
A,A-,A2,A3 Yatırım yapılabilir
BBB+,BBB,BBB- Daha az yatırım yapılabilir
Baa1,Baa2,Baa3
BB,BB+,BB-

Yatırım yapılamaz
Ba1,Ba2,Ba3,
B,B+,B-
B1,B2,B3
Hiç yatırım yapılamaz

CCC,CCC+,Caa1,Caa2
Caa3,Ca.D,SD
İflas



Örnekle açıklamak istersek; Türkiye'nin kredi notu ve kredi görünümü karnesi:

Fitch:BB+(pozitif) Notun 'yatırım yapılabilir'seviye olan BBB-'ye gelmesi için artık tek not arttırımı gerekiyor.

S&P: BB (Durağan) Türkiye'nin yatırım yapılabilir seviyeye gelmesi için iki not arttırımı gerekiyor.

Moody's: Ba2 (Durağan) Yatırım yapılabilir seviye için iki not artışı gerekli.

JCR: BB+ (Durağan) Yatırım yapılabilir seviye için tek not artışı gerekli.

Bu arada notlarında yanında yer alan "pozitif" ibaresi 12-24 ay arasında yeni bir arttırım daha olabilir demektir. "Durağan" ibaresi ise durumun stabilliğini ve değişiklik beklenmediğini göstermektedir.



Bu notların artması ve azalması ülkeler için önemli; çünkü notunun artmasıyla ülkenin borcunu zamanında ödeyeceğine dair güven ve yatırım yapılabilirlik artıyor, borçlanma daha düşük fazi oranlarıyla(bono ve tahvil faizleri) ve daha kolay gerçekleşiyor, finansman temini kolaylığıyla ülkeye sermaye akışında hareketlilik yaşanıyor. Aynı süreç şirketler için de geçerli ve onlar da bu notlar sayesinde daha düşük faizlerle borçlanma şansını yakalayabiliyor ve bu sayede yatırımlarını karşılayacak finansmanı daha az maliyetli bir şekilde elde ediyor.


Tüm olanlara rağmen; kredi derecelendirme kuruluşları piyasada hala çok etkili. Ama güvenilirliği tartışılmakta ve samimiyet objektif analiz ve adil davranma kriterleri bakımından çok sayıda eleştri almaktadır. Ama piyasalar bunları değil; verdikleri notları umursamakta!

Çin'in Dolar Aşkı

Çin, 2009'da dolar rezervlerinin 453 milyar $ yükselerek 2.4 trilyon $'a yükseldiğini açıkladı. Bu etkileyici rakamlar, bizim başımızı döndürmekte; Çin'e ise ekonomik ve jeopolitik bir güç kazandırmaktadır. Öyle ki; Çin'in birdenbire elindeki doları boşaltıp, doları dünyanın en büyük uluslararası para birimi tahtından indirip, ABD'nin ekonomik gücü ve prestijini baltalayabilir. Böyle bir durum Çinliler dahil herkesi olumsuz bir biçimde etkiler ve ekonomik bir savaş anlamına gelir.

Çin'in bu hareketi kendi alanıyla sınırlı kalmayıp, diğer piyasaları da etkileyecek ve bunun sonucunda piyasadaki yatırımcılar ise ellerindeki dolara endeksli kağıtları elden çıkarmaya çalışacak; bu piyasaların sert düşüşlerine ve küresel durgunluğun yeniden başlamasına neden olacaktır. Böyle bir durumda ise ülkeler ithalata kota koyacak ve ekonomisi ihracata dayalı olan Çin'in ihracatı büyük daralma yaşayacaktır.

Peki Çin bunu kendine niye yapsın? Cevap:Yapmaz. O zaman Çin bu kadar parayı napıyor dersiniz? Oldukça basit;

1- Para birimi Renminbi'nin (RMB) değerini, ülkenin ihraç ürünlerine dünya piyasalarında rekabetçi bir avantaj sağlayacak şekilde suni olarak düşük tutmak
2- Tüm dünyada hammaddelere (petrol, gıda, madenler) ve önemli teknolojilere yatırım yapmak ya da dış yardım ve uygun krediler yoluyla siyasi nüfuz sağlamak için kullanmak

Ancak Çin için iyi olan, dünyanın geri kalanı için iyi olmayabilir. Değeri düşük tutulan Renminbi, sadece ABD, Avrupa ve Japonya'ya değil Türkiye gibi diğer kalkınmakta olan ülkelerden yapılan ihracata da zarar veriyor. Sonuçta kazanan Çin oluyor!

Merhaba!Hello!Hallo!Ciao!Hola!Hej!

Merhaba herkese...

Uzun zamandır yapmak istediğim bir şeydi bu blog işi. Ha bugün ha yarın derken hep erteledim ama sonunda başardım galiba. Şimdilik bir gaz var ama geçmez inşallah diye ummaktayım:)

Yavrucum iyi güzel açtın da ne yazacaksın mı diyorsunuz?

- Ekonomi ve Finans üzerine haberleri ve yazıları;

- Kültür ve sanat etkinlikleri hakkında duyuruları;

- Futbol, basketbol ve tenis gibi spor branşları hakkındaki haberleri ve ilginç olayları;

- Her türlü farklı, güzel ve paylaşılmaya değer şeyleri;

sizlerle blogum vasıtasıyla paylaşacağım. Amacım sizlere "İşte bunu bilmiyordum!" dedirtebilmek!

Sözlerime son verirken hepinize teşekkür ediyor; beni izlemeye başlayın ve devam edin diyorum.